
Ai Weiwei Studio, Mavi-Beyaz Porselen Tabak, (Denizi Geçmek), Sabancı Müzesi, 2017.
Fotoğraf: Füsun Kavrakoğlu
“Gazetelerden ve televizyondan 10 yaşında bir Türk çocuğunun anne babasıyla birlikte gizlice İsviçre sınırından geçerken soğuktan ve yorgunluktan öldüğünü öğreniyorum. “İnsan kaçakçıları” onları sınıra bırakmışlar. Karşılaşacakları ilk İsviçre köyüne kadar doğruca yürümelerini söylemişler. Dere tepe saatlerce yürümüşler. Hava soğukmuş. Yolun sonuna doğru baba çocuğu sırtına almış. Ama çok geçmiş. Köye ulaştıklarında, çocuk soğuktan ve yorgunluktan bitap düşüp ölmüş.
İlk tepkim herhangi bir İsviçrelinin vereceği tepki gibiydi: “İnsanlar yanlarında çocukları ile ne cesaretle böyle maceralara atılabiliyorlar? Böyle bir sorumsuzluk kabul edilemez.”
“Nasıl yani? Sen de aynı şeyi yaptın, tam da aynısını. Üstelik senin çocuğun neredeyse yeni doğmuş bir bebekti, dedim kendime.”
“21 yaşındaydım, iki yıldır evliydim, kızım dört aylıkken Macaristan ile Avusturya arasındaki sınırı iyi tanıdığım bir “insan kaçakçısı”nın ardına takılıp aştım. Kızım babasının kucağında, ben iki çanta taşıyorum. Birkaçı çocuk, on kişilik bir grubuz.”
“Şifreli yazılarımı tuttuğum hatıra defterimi ve ilk şiirlerimi Macaristan’da bıraktım. Erkek kardeşlerimi, annemi babamı, haber bile vermeden, bir veda bile etmeden geride bıraktım. Ama hepsinden de önemlisi o gün, 1956’nın o Kasım sonu, bir halka olan aidiyetimi kesin olarak kaybettim.” ( sayfa 26-28 )
“Fabrikada herkes bize nazik davranıyor. Gülümsüyorlar, konuşuyorlar bizimle fakat hiçbir şey anlamıyoruz.
Çöl burada başlıyor işte. Sosyal çöl, kültürel çöl. Devrim günlerinin ve kaçışın heyecanı yerini sessizliğe, boşluğa, önemli bir şeye hatta belki de tarihe tanıklık ettiğimiz duygusuna kapıldığımız günlere duyduğumuz özleme, memleket özlemine, aile ve arkadaş özlemine bırakıyor.
Buraya gelirken bir şeyler bekliyorduk. Beklediğimiz neydi bilmiyorduk ama kesinlikle bu değildi: Bu kasvetli iş günleri, bu sessiz akşamlar, bu değişime kapalı, sürprizsiz, umutsuz, donuk hayat.
Maddi olarak eskisinden biraz daha iyi yaşıyoruz. Bir yerine iki odamız var. Yeterince kömürümüz ve yiyeceğimiz var. Yine de kaybettiklerimize göre çok ağır bir bedel.” ( sayfa 33 )
“Aramızdan iki kişi, kendilerini orada bekleyen hapis cezasına rağmen Macaristan’a geri döndü. Başka ikisi, iki genç bekar adam, daha uzağa, Amerika Birleşik Devletleri’ne, Kanada’ya gittiler. Dördü daha da uzak bir yere gittiler, gidilebilecek en uzak yere, büyük sınırın ötesine geçtiler. Tanıdığım bu dört kişi, sürgünümüzün ilk iki yılında kendilerini öldürdü. Biri barbitüratla, biri gazla, diğer ikisi ise boyunlarına ip geçirerek. En genci 18 yaşındaydı. Adı Giséle idi.” ( sayfa 34 )
Okumaz Yazmaz, Agota Kristof, Can Yayınları, 2024.
Leave A Reply