Categories: Kültür

Olmak 3 | Olmak ya da Olmamak 1

philosophers-stone.co.uk

16. yüzyılda başlayıp, 19. yüzyılın sonlarına dek devam eden ve orta gelir grubunu etkisi altına alan, otoriter-zorlayıcı-biriktirmeci karakter, 20. yüzyılda yerini giderek Pazar Ekonomisi karakterine bırakmaya başlamıştır.  Pazar karakterinde başarılı olmak, bir kimsenin pazarda kendini nasıl sattığına bağlıdır. Pazar karakteri ne kendisine, ne de diğer insanlara yakınlık duymadığı için, hiçbir şey onu çok ilgilendirmez. Kişi, kendisi dahil hiç kimseyle yakın ilişkide değildir, sevgi ve nefret duygularından da yoksundur, diye düşünmüş Erich Fromm (1900-1980). Bu kişiler nükleer savaş tehlikesine, çevre kirlenmesine ve diğer felaketlere duyarsız kalırlar.

Günümüz insanının büyük bir zevkle satın alıp tüketmekten hoşlanmasına rağmen, bu şeylere bağlanmaması biçiminde ortaya çıkan durum pazar karakteri içinde gizlidir. Yakın ilişki kurma yetersizliği, eşyalara karşı da umursamaz ve değer vermez oluşu doğurur. Eşyalar rahatça değiştirilip, yerine yenisi getirilebilecek dostlar, sevgililer gibidir.

“Pazar karakteri” tanımı yerine Marx’ın “yabancılaşmış karakter” tanımı da kullanılabilir. Psikiyatri dilinde bu karaktere “şizoid karakter” denir. Bu kişiler, kendisi gibi olanlarla birlikteyken başarılı ve mutlu olabilir.

Çok tüketmek ve daha çok üretmek temeline dayalı endüstri toplumları yaşayabilmek için insanları tüketim hırsına zorlamaktadır. Tüketim biçimlerinden bir çoğunun çabuk değiştirip yenisini alma alışkanlığı ve ihtiyacının da aslında içsel huzursuzluğun ve kendinden kaçışın bir yolu olduğu öne sürülmektedir.

 

Radikal hedonizm, yaşamın tek amacının mutluluk ya da maksimum hazza ulaşmak olduğunu öne sürer. MÖ 4. yüzyılda yaşamış, Sokrat’ın talebesi Aristippus, yaşamın amacının bedensel zevklerde optimum bir tatmine ulaşmak ve mutluluğun, yaşanılan hazların bir toplamı olduğunu ileri sürüyordu. Hedonizme göre, bir arzunun var olması onu tatmin etme hakkını da beraberinde getirir.

Epikür’e göre saf haz, acıdan uzaklaşma ve ruh huzuru anlamına gelir. İhrirasların tatmini yoluyla ulaşılan bir doyum yaşamın amacı olamaz.

Diğer büyük düşünürlerden hiçbiri, bir arzunun var oluşunun, onun tatmini için bir hak doğurduğunu, ahlaki bir kural yarattığını savunmamıştır. Onlar için önemli olan yalnız bireyin değil, bütün insanlığın optimal bir rahatlığa kavuşmasıdır.

Bir zamanlar aristokrasinin düşüncelerinde yer alan öğeler 18. yüzyıldan itibaren burjuvazinin teorisini ve pratiğini oluşturmaya başladı.

18.yüzyılda artık ekonomik davranış, ahlaktan ve genel değerler sisteminden ayrıldı.

Ekonomik sistemin gelişmesini belirleyen “insan için iyi olan nedir?” sorusu, yerini ”sistemin gelişmesi için iyi olan nedir?” sorusuna bırakıyordu.

Sistemin gerektirdiği bencillik, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi özelliklerin, insanda doğumla birlikte var olan özellikler olduğu ileri sürülerek, bunların sistemden değil insanın doğasından kaynaklandığı ileri sürüldü. Bu özelliklere sahip olmayan toplumlar “ilkel” olarak tanımlandı.

Faydacılık, hedonizmin bir biçimidir. Ataerkil toplumlarda olabildiğince çok çocuk doğurulması, insan mülkiyetine sahip olmanın, çalışmak zorunda kalmadan sermaye birikimi yaratmanın tek yoluydu. Bütün yükü kadının taşıması kadının sömürülmesine, annelerin çocukları üzerinde egemenlik kurmaya çalışmasına, büyüyen çocukların babaları ile birlikte yine kadına egemen olması bir kısır döngü oluşturmaktaydı.

Erich Fromm’a göre ise radikal hedonizm, I. Dünya Savaşı’ndan beri artarak gelişmektedir.

Kapitalizmin yaşayabilmesi büyük üretime, üretilen malların tüketilmesine, boş zamana ve tüketim eğiliminin artmasına ihtiyaç gösterir.

Herkes biraz daha fazla şeye sahip olmak istediği sürece, sınıflar oluşacaklar ve bu da sınıflar, hatta giderek uluslar arasında savaşlara yol açabilecektir. Gereken, yeni bir ahlakın doğması ve doğaya karşı yeni bir tavrın alınması, insanın kendine ve dünyaya bakış biçimini değiştirmesidir.

“Olmak”ın tek yolu “sahip olmak”tan geçiyor gibi tanıtılıyor. Bu durumda, hiçbir şeye sahip olmayan kişi bir hiçtir.

Goethe, Faust’ta Mephisto karakterinde canlandırdığı “sahip olmak” ilkesini, karşıt ilkesi “olmak” ilkesi ile eleştirir.

“Sahip olmak” ile “olmak” arasındaki fark, odak noktası insan olan toplumlar ile temel amacı maddeler olan toplumlar arasındaki farklılıklar ile benzeşir.

Tüketim, günümüz aşırı üretim toplumunun en önemli sahip olma biçimidir. Ama her tüketilen şey, tükendiği anda kişiyi tatmin edemez olduğu için de, insanlar yeniden ve daha fazla tüketime yönelmek zorunda kalmaktadırlar. Bu çarkın sonu gelmeyen ve hep tatminsiz modern tüketicileri oluşmaya devam etmektedir.

Kişinin “sahip olmak” ya da “olmak” ilkelerinden hangisini temel aldığı o kişinin yaşantısını da çok etkiler: Öğrenmesi, hatırlaması, konuşması, okuması, otorite uygulaması, bilmesi, inancı, sevmesi, her şeyi ona göre olur.

Bilmek ve sevmek işlevlerine kısaca bakarsak:

“Olmak” ilkesine göre en üst amaç iyi bilmek, daha derinlemesine bilmek; “sahip olmak” içinse daha çok bilmek olarak belirir.

Sevgi de sahip olunacak bir nesneye dönüşebilir. Para, toplumsal yer, ev, çocuklar gibi konular sevginin yerini alabilir ve sevgi ile başlayan bir evlilik dostane bir mülkiyet ortaklığına dönüşebilir. Esas sorunu yaratan evlenen kişilerin karakter yapıları ile içinde yaşanılan toplumun kuralları, değer yargılarıdır.

Dinler de sahip olmaya ve ihtirasa karşı tavır alır.

Marx tarafından dünyaya tanıtılan herkes ihtiyacı kadar ilkesi ilk kez Eski Ahit’in Çıkış bölümünde yer alır.Tanrı, ihtirasa, sahip olma ve biriktirme eğilimlerine karşı uyarır. Sebt gününün temel amacı “olmaya” çalışmaktır.

Yeni Ahit, ‘yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin; hazineniz nerede ise, kalbiniz de orada olacaktır’ der..

Budizm’de, her türlü ihtirastan arınmak gerekir, hatta insan kendi benliğine bile sahip olmayı düşünmemelidir. Çünkü, gerçek bağımsızlık ancak böyle gerçekleşebilir.

Bahsi geçen bağımsızlık, Meister Eckhart’a göre mallarımıza, yaptığımız işlere ve hatta Tanrı’ya bile bağlanmamak, onların esiri olmamaktır. Yani “sahip olmak” ilkesinden sıyrılıp, “olmaya” çalışmaktır.

 

www.treehugger.com

Toplumsal bağlardan kurtulmak demek olan bireycilik, olumsuz anlamda ele alınınca, tüm enerjisini kendi başarısı için kullanma hakkı ve görevi haline dönüşmekte, “kendine sahip olma” özelliği olarak belirmektedir.

Önceleri herkes sahip olduğu şeyleri saklamak, onlara bakmak ve kullanabildiği kadar kullanmak tutumundayken, günümüzde herkes sanki atmak için satın alıyor gibi.

Günümüzde kişi, ilişkide olduğu insanlara karşı da sahip olma eğilimi ile doludur.

Alışkanlıklara da bir mal gibi sarılma hali, bu alışkanlığı değiştirecek herhangi bir durum söz konusu olduğunda, güvenliğinin tehlikeye girdiği algısını yaratmaktadır.

“Ben” in sahip olunan şey ile özdeşleşmesi; “ben, o şeye sahip olduğum için benim” e dönüşür, nesneler kişilere bağlı olmaktan çıkıp, onları denetler duruma gelirler.

Bir çok ilkel kültürde cinsel yasaklamalara rastlanmaz. “Sahip olmak” biçiminde davranmayan bu kültürlerde cinsellikten alınan haz, cinsel aşırılığın ya da çeşitliliğin sonucu değil, “olmak” eyleminin bir görüntüsü, belirişidir.

“Sahip olmak” eğilimindeki bir insan, mutluluğu başkalarına üstün olmakta, gücünün bilincine varmakta bulur. “Olmak” ilkesinde ise mutluluk sevgide, paylaşmada ve vermededir.

Spinoza (1632-1677), akıl dışı tutkular tarafından güdülenen ve davranışlarını bu tür ihtirasları doğrultusunda ayarlayanların ruhen hasta olduklarını söyler. Spinoza, ruhsal sağlık veya bozukluğun, yaşam biçiminin doğru ya da yanlış kuruluşuna bağlı olduğunu ilk ortaya koyan düşünürdür. Ona göre, ruhsal sağlık doğru yaşamın bir göstergesi, ruhsal bozukluklar ve mutsuzluklar da insan doğasının gerekleriyle uyum içinde yaşayamamanın bir sonucudur. Spinoza, insan doğasına ters olan bütün tutkuların patalojik olgular olduğunu söylemekte, sonra bir adım daha atarak, bunları ruhsal hastalıkların bir türü olarak sınıflandırmaktadır. “Sahip olmak” güdüsü ile davranan insanlar Freud’a göre de, psişik yönden hasta ve nevrotiktirler. Davranış ile karakterin, maske ile onun ardına gizlenen gerçekliğin arasındaki karşıtlığın açığa çıkarılmasında Freud psikanalizinin çok önemli katkıları olmuştur. (Maske konusu bloğumuzda daha önce yayınlanmıştı).

Sürekli olarak tüketim ve sahip olmak duygularını bastırmakla uğraşan kişinin, bütün ilgi alanı ister istemez yine sahip olmak ve tüketmek konuları olmaktadır.

İnsanın varlığını ve yaşamını sürdürebilmesi için gereken ve akılcı bir güdü olan sahip olmak türü, karakter yapısının sonucu olarak doğan “sahip olmak” tan çok farklıdır. Yaşam gerekliliğinden doğan “sahip olmak”, “olmak” ilkesiyle çelişmez. Nesnelere ya da insanlara sahip olmak, onları elde edip, kendi egemenliğine almak ve saklamak türündeki bu tutku, insanın doğumuyla birlikte onda varolan bir duygu değildir (Varoluşçuluk felsefesi ile paralel bir görüş). Böyle ihtiraslar, toplumsal gelişmelerin ve koşulların etkili olması sonucunda ortaya çıkarlar.

İhtiras sahibi bir kişi, hiçbir zaman yeterli şeye sahip olamayacağı için mutlu, halinden hoşnut ya da doyum içinde olamaz.

 

Füsun Kavrakoğlu

Önceki Yazılar

Faşizm / Diktatörlük 32

“Stalin kaç kurbanın ağırlığını taşıyordu vicdanında acaba? Romanya’da hala ölüler sayılıyor; Macaristan’da 1956’daki ölü sayısı…

10 saat ago

Japonya 128 Türk-Japon Dostluğu

2024, Japonya ile Türkiye Cumhuriyeti arasında diplomatik ilişki kurulmasının 100. yılıdır. İki halk arasındaki dostluğun…

1 gün ago

Japonya 127 Japonya’da Teknoloji ve Seks 2

Japonya'da doğum oranları tarihin en düşük seviyesinde. On yılı aşkın süredir yetişkin bezleri bebek bezlerinden…

2 gün ago

Japonya 126 Japonya’da Teknoloji ve Seks 1

Basında Avrupa Birliği ve Japonya’nın yapay zeka odaklı çip ve yarı iletken üretiminde stratejik ortaklığa…

3 gün ago

Sömürgecilik 41

1700’lü yılların sonundan itibaren Atlantik köle ticaretinde İngiltere %41,3’lük payı ile başı çekiyordu. Yüzyılın sonunda,…

2 hafta ago

Sömürgecilik 40 Apartheid 6

1904’te Avrupalılar için bir iş ayrımcılığı sistemi başlatıldı. Buna göre, Afrikalılar, maden analiz uzmanı, manevracı,…

2 hafta ago