Günümüzde dünyadaki altı-yedi bin dilin sadece %4’ü, dünya nüfusunun %97’si tarafından konuşuluyor. Geri kalan yüzde üç ise, dillerin geri kalan %96’sını konuşuyor.
Sömürge yönetimleri, sömürgeleştirdikleri halkların dillerini değersizleştirdiler. Neredeyse her örnekte sömürgecinin dili resmi, idari, hukuki dil haline gelmişti. Eğitimin dili de sömürgecinin diliydi. Yerel diller, lehçe düzeyine indirgenerek yok sayılmıştı. Bir yerlere gelebilmek için sömürgecinin dilini öğrenmek gerekiyordu. Günümüzde dünyaya egemen olan dillerin çoğu -Arapça, Çince, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca- eski fatihlerin dilleridir. Uluslararası iletişim kolaylaştıkça, “küçük diller” hayatta kalma mücadelesi vermeye başladı. Yazarlar, genelde, daha geniş bir okur kitlesine ulaşabilmek için ana dilleri olmamasına rağmen bu egemen dillerden birinde yazıyorlar. Dünyada eğitim dili İngilizce olan üniversitelerin sayısı günden güne artıyor (1).
Devletlerin çoğu bir ya da birden çok resmi dili zorunlu tutar. Ama resmi dil(ler) halkın konuştuğu dillerden epey farklı olabilir. Birden fazla dil arasında ve içinde yaşama, iki ya da üç dilde düşünme ve yazma sayesinde, yeni düşünce alanlarının dile getirilmesini mümkün kılabilir. Milliyetçiliğin revaçta olduğu dönemde pek çok yazar yerel dilde yazmanın siyasi bir zorunluluk olduğunu vurguluyordu; şiir söz konusu olduğunda daha da kolay bir stratejiydi bu (2). Günümüzde sömürgecilerin dilleri sömürgecilik yoluyla artık tek bir ulusun kültürel malı olamayacak kadar küresel diller haline gelmiştir; İngilizce, Fransızca ya da Portekizce gibi. Ama bu diller yerel dillerin söz dağarcığıyla ve başka kültürel özelliklerle dolup taşmaktadır. Postkolonyal edebiyat böyle oluşmuştur (3).
20. yüzyılın sömürge dönemi ya da sonrası edebiyatının büyük kısmı ve postkolonyal edebiyat zengin bir kültürel, etnik ve dilsel çeşitliliğin yaşandığı yerlerde, metropollerde üretilmiştir. Antropolojik roman, postkolonyal edebiyatın en yaygın türlerinden biridir. Bu türü ilk icra edenler Avrupalı sömürgecilerdi. Postkolonyal edebiyatın büyük kısmı göç, ırk, toplumsal cinsiyet, tarih, sömürgeciliğin tasfiyesi gibi meseleleri konu eder (4).
Kreol, hem Avrupa’nın deniz aşırı sömürgelerinde yaşayan Avrupa kökenli Beyazlar hem de Afrika’da değil sömürgelerde doğmuş siyahlar için kullanılan bir ifadedir ve onların doğal dilinin de Kreol olduğu varsayılır (5).
Dil postkolonyalizmde önemli bir konudur (6). Dilin melezleşmesi pidgin’i doğurmuştur. Pidgin, birbirinden farklı diller konuşan, kendi ana dilleri ile anlaşmayı sağlayamayan birden fazla grubun kendi aralarında iletişim kurmak için kullandıkları dilleri ifade etmek için dilbilimciler tarafından kullanılan bir terimdir. Kreol, bir kuşağın anadili olmuş pidgindir. Pidgin İngilizcesi, İngilizler ile Afrikalı köle tüccarları arasında kullanılan dildir. 2017’de Nijerya, Kamerun, Gana ve Ekvator Ginesi’nde 75 milyon kişi bu dili konuşuyordu (7).
Yararlanılan Kaynaklar
(1) Postkolonyalizm, Robert J. C. Young, İletişim Yayınları, 2024. Sayfa 38, 39.
(2) A.g.e., sayfa 42.
(3) A.g.e., sayfa 43.
(4) A.g.e., sayfa 45.
(5) A.g.e., sayfa 40.
(6) Alman Edebiyatında Postkolonyalizm, Zennube Şahin Yılmaz, Akçağ Yayınları, 2017. Sayfa 43.
(7) Wikipedia
2 Comments
Çok güzel bir konu. Dil’in düşünce sistemimiz ve bizim var oluşumuzu tanımlayan, duyuran bir yöntem olduğunu biliyoruz. Bu colonializmin bireyi nasıl yok ettiğini de gösteriyor. Öbür yandan ise daha geniş bir kitle ile iletişimde olma arzusu insanın buna kapı açıyor. Garip bir çelişki
Evet, içinden çıkılması zor bir durum. Ayrıca ünlü çağdaş dönem yazarlarının önemli bir bölümü bu açmazı yaşayanlardan çıkıyor. İlginize teşekkür ederim.