Başlangıçta Japonya’nın hedefi batılı güçlerin tahakkümünden sıyrılmak ve tabi olmaktan çıkarak onlarla eşit hale gelmekte Meiji Restorasyonu bu alanda hayranlık verici bir başarı kazanmış, ülkeyi bir kuşak içinde gerilikten moderniteye ve bağımlılıktan egemenliğe geçirmişti. Japonya bu durumda kendini o devrin büyük devletlerinin yaptığını yapmak zorunda hissetmişti: bir sömürge imparatorluğuna sahip olmak. Bu bir itibar ve zengin kaynaklara sahip olmak demekti (1).
1894’te Japonya Çin’e saldırdı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra istila ettiği Mançurya‘da, eski Çin hanedanından bir kukla hükümdar yaratarak burasını Mançu-Kuo adında bir devlet haline getirmiş, hakikatte memleketin üstüne oturmuştu (2). 1905 yılında ise Çarlık Rusya’sını yenmişlerdi.
Bazı Japon yöneticiler, ülkelerini geniş bir pan-Asyacı hareketin başında tasavvur ediyorlardı ve gerek Hindistan’da gerekse Güney denizlerindeki adalarda Avrupalıların hakimiyetini kaldıramayan kalabalık Müslüman halkların yaşadığı gerçeğine de ilgisiz değillerdi.
Genelkurmaya yakın olduğu söylenen bir Japon gazetesinde 1911 yılında şöyle yazılmıştı: “Hollandalı yetkililer tarafından Java ve Sumatra Müslümanlarına yapılan muamele tarihin kaydettiği en gaddar tavırlardan biridir. Müslümanlar suçlu gibi gözetim altında tutuluyor, onlara hayvan gibi davranılıyor ve dış dünya ile iletişime geçmeleri yasaklanıyor. Kardeşlerimiz olan Müslümanlara hem Kur’an’daki hem de modern bilimlerdeki bilgiye ulaşma konusunda gayretlerini yoğunlaştırmalarını ve ilahi yardımdan umutlarını kesmemelerini tavsiye ediyoruz.”
Bu tarz görüşler sömürgelerde dolaşıyor ve hem Çin’i hem de Rusya’yı yenmeyi becermiş genç Asyalı gücün bir gün onları da kendilerini ezenlerden kurtarmaya geleceği duygusuyla halkların yüreğine bir nebze su serpiyordu. Bazıları, beklenen kurtarıcının kendi dinlerinden olmasını tercih etse bile, Doğuluların, Müslüman olsun ya da olmasın, ezici çoğunluğu sömürgecilere kafa tutmaya devam ettiği sürece “kahraman”ı olduğu gibi, Şintoist ve Budist olarak pekala kabulleniyordu. Sonunda Japonya’nın ona hayranlık duyup örneğini izlemek istemiş herkesle arası bozuldu. Hatta bazıları Japonya’ya bu nedenle bugüne kadar süregelen bir hınç beslemeye başladılar (3).
Birinci Dünya Savaşı’nda Japonya, Çin ve Pasifik’teki Alman kolonilerine saldırdı ve buraları savaşın ilk haftalarında ele geçirdi.
Savaşın sonunda kurulan Milletler Cemiyeti’ne “ırklar arasında eşitlik” maddesinin konulmasını talep ettiler. Bundan böyle, Milletler Cemiyeti’ne üye devletlerin yurttaşları renklerinden veya milliyetlerinden ötürü hiçbir ayrımcılığa maruz kalmayacaktı. Teklif çok sert bir muhalefetle karşılaştı. Asya ve Afrika halklarının Avrupalılarla eşit oldukları kabul edilirse İngilizler, Fransızlar, Belçikalılar veya Hollandalılar bu halkları sömürgeleştirmeye nasıl devam edebilirlerdi? Oysa ABD Başkanı Woodrow Wilson savaşa girerken, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını dile getirmişti. Ancak o da ırklar arası eşitliği kastetmemişti.
Tokyo’nun diğer talebi ise Çin’de, Shandong Eyaleti’ndeki eski Alman kolonileri üzerindeki egemenliklerinin tanınması idi. Konfüçyüs’ün doğduğu eyaletin büyük bir bölümü Japonya’ya bırakıldı (4). Çin, Kore ve Pasifik’te toprak ele geçiren Japonlara, Asya’nın Prusyalıları adı verildi (5).
Yararlanılan Kaynaklar
(1) Labirent, Amin Maalouf, YKY, 2024. Sayfa 52, 53.
(2) Suyu Arayan Adam, Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Kitabevi, 2009. Sayfa 329, 330.
(3) Labirent, sayfa 38, 39.
(4) A.g.e., sayfa 46, 47.
(5) A.g.e., sayfa 49.
Leave A Reply