Yerleşimci sömürgeciliği, boş araziler, “insansız topraklar” kurgusu üstüne inşa edilmişti. Bu ifade, aslında kayda değer görülmeyen, evleri ve toprakları kolayca çalınıp işgal edilebilir olan insanların bulunduğu bir toprak demekti.
Amerika ve Avustralasya’daki göçebe halklar, Avrupalıların zihnindeki gibi hiçbir zaman toprağa sahip olmadılar ya da onu mülk edinmediler. Avrupalı sömürgeciler, bu toprakları “terra nullius” ya da “vacuum domicilium” (boş alan) ilan ettiler. Oysa göçebe halklar toprağı işler, ama onunla bir sahiplik ilişkisine girmez, onu bütün ailesinin ya da topluluğunun yararlandığı kaynaklardan biri olarak görürdü. Toprak onun için hava ya da gökyüzünden farksızdı. Toprakla kurulan ilişki komünaldi; atalardan kalma, kimi zaman kutsal bir ilişkiydi; bu herkesçe bilinir, kabul edilir ama yazıya geçirilmezdi. Avrupa hukuku ancak yakın tarihlerde sömürgecilik öncesi örfi hukukunun geçerliliğini kabul etmeye başlamıştır (1).
Çağımızın en etkili düşünürlerinden Gilles Deleuze ve Felix Guattari, toprağın onu işleyen kişilerin elinden alınma sürecini “yerli-yurtlulaşma” ve “yersiz-yurtsuzlaşma” kavramları ile ele aldılar. Bu terimler toprağın ilk kez işgali ile devamındaki mülksüzleştirme aşamalarını birbirinden ayırır (2). Üçüncü bir terim “yeniden yerli-yurtlulaşma” ise toprağın, sömürgeci yayılım yoluyla geçirdiği dönüşümün dinamiklerini tanımlar. Deleuze ve Guattari göçebelik fikrini, modern devletin, yani vatandaşlarının yerleşik olacağı ya da yerleşik olmak zorunda olduğu ön kabulüne dayanan devletin denetleyici kurumlarına direnen kişiler için kullandılar. Devletler göç eden insanları, toplumsal düzene ciddi bir tehdit olarak görmüşler, Naziler gibi yönetimler bu insanların kökünü kazımaya çalışmışlardır. Deleuze ve Guattari göçebeliği, sınır tanımadan hareket etme pratiğini, sınırları delen yatay bir direniş biçimi olarak tanımlamıştır (3). Topraksızlık, savaş, yoksulluk yüzünden yaşanan zorunlu göçebelik, kapitalizmin acımasız yanlarından biridir.
Sömürgeciliğin etkilerinden bazıları, milyonlarca Avrupalıyı farklı kıtalara yerleştirmiş, dünya halklarının dağılımını değiştirmiş; İngiliz ve Fransız hukuk sistemlerinin temel sistem haline gelmiş olması; imparatorlukların ulus devletlere dönüşmesidir (4). İlk ulus devlet olan Hollanda, İspanya’nın eski bir sömürgesinden doğmuş, sömürgeciliğin tasfiyesinde başlıca örnek olmuştur. Pratikte ulusu tek tipleştirmek ve bir kısım ahaliyi sınır dışı etmek gerekmiştir: Ulus devletler doğal değildir, üretilmişlerdir. Sömürgecilik bu devletlere dışlanan nüfus artıklarını, Avrupa dışındaki yerleşimci sömürgelere gönderme fırsatı vermiştir. Günümüzde ise ulus devletler yasal ya da yasa dışı yollardan Batı’ya göçmen yolluyorlar (5).
Milliyetçi kültür idealinin çelişkisi, ona eşlik eden sömürge İmparatorluğu hayalinin ulusal kültürü tek tip hale getirmekten çok onu sürekli olarak daha da çeşitlendirici bir etkiye sahip olmasından kaynaklanır (6).
Yararlanılan Kaynak
(1) Postkolonyalizm, Robert J. C. Young, İletişim Yayınları, 2024. Sayfa 156.
(2) A.g.e., sayfa 83.
(3) A.g.e., sayfa 84.
(4) A.g.e., sayfa 85.
(5) A.g.e., sayfa 86.
(6) A.g.e., sayfa 101.
Leave A Reply